12 Eylülün karanlık günleriydi.
Yaklaşık doksan günlük gözaltı süresinden sonra bir pazar günü basın ve kamuoyundan saklayarak çıkarıldığımız sorgu hakimliğinde tutuklandık.
Doğrusu gözaltındaki baskı, işkence ve zor koşulların ardından Köprüköyü Askeri cezaevine götürülmemiz hepimiz için sanki bir ödül gibiydi.
Bu durum otobüslerle cezaevine giderken marşlar söyleyen tüm arkadaşlarımızın ruh haline yansımıştı.
TKP grubu olarak bizleri 10.bölüm dediğimiz eski bir binaya götürdüler. Büyükçe bir salonda tutulduk bir süre. Sonra da bir büyük, bir de küçük bölümden oluşan koğuşlara yerleştirdiler bizi
Yanılmıyorsam 120 kişi civarındaki grubumuzun komün yaşamından ve gündelik ilişkilerimizden daha sonra anımsayabildiğim kadarıyla söz etmeye çalışacağım.
Bugün yalnızca aşağıdaki şiire konu olan bir anımı aktarmak istiyorum.
Ailelerimizle, 1.derece yakınlarımızla ancak görüş günlerinde bir araya gelebiliyorduk.
Kimiz zaman voleybolda oynadığımız bahçenin ön tarafında iki taraflı tel örgülerle çevrilmiş bir bölüm oluşturulmuştu. Görüşmecilerimiz bu tel örgülerle ayrılmış bölümlere alınıyor, yaklaşık 2 metre aralıkla onlarla 5 dakika görüştürüyorlardı.
Henüz beş yaşındaki kızımı ilk kez görecektim.
Erken yaşta yitirdiğimiz arkadaşım Ali Çapanoğlu’nun yardımlarıyla ona kibrit çöplerinden bir kalem kutusu yapmış, bir de kantinden gofret aldırmıştım. Kızımın hiç sevmediği cinsten bir gofret ama başka seçeneğimiz yok.
Tel örgülerle ayrılmış bölümde nöbetçi gardiyanlar gezinir.
O gün müthiş bir heyecanla çıktım görüş yerine.
Ailedeki kişiler üzülmesinler diye “baban askerlere öğretmenlik yapıyor” yalanına inanmış gibi görünen benim zeki, duygusal, naif kızım karşımdaydı, elinde çiçeklerle.
Önce gofreti uzattım. “Babacığım benim bunu ne çok sevdiğimi unutmamışsın” demez mi!
Boğazım düğümlendi, zor tuttum kendimi.
Biraz konuştuktan sonra da “sana bir sürprizim var”, diyerek arkamda sakladığım kalem kutusunu uzattım. Üzerinde yine kibrit çöpleriyle ismi de yazılıydı.
Tam o sırada oradan geçen Yozgat’lı bir insan azmanı çavuş elime vurmaz mı!
İşte o an dünyalar başıma yıkıldı, nasıl bağırdığımı, neler söylediğimi bilemiyorum.
Bu durumu uzaktan gören, bizlere karşı daha yakın ve insanca davranışlarıyla bildiğimiz bir yüzbaşı koşarak geldi. O iki metrelik çavuşa boyu yetmediği için sıçrayarak müthiş bir yumruk attı. Sonra da yerden kalem kutusunu alarak kızıma verdi öperek.
Bu nasıl bir dünya, bu nasıl bir yaman çelişki. Bir tutukluya iki kamu görevlisinin yaklaşımı.
İnanın o andan sonra nasıl ayrıldık, neler konuştuk, hiçbir şey hatırlamıyorum.
Ruh gibi döndüm koğuşa, her görüşün ardından pencereye doluşur, son kez görüşmecilerimizin ardından bakışırdık.
O gün pencereye gidemediğim gibi kaç kez duvarı yumrukladığımı da bilemiyorum.
Bir yandan kızımın ilk görüşmede yaşadığı bu hayal kırıklığı, öte yandan da o dev gibi askerin kısa boylu subaydan yediği yumruk alt üst etmişti psikolojimi.
Kuşkusuz o çavuşun yaptığı affedilir gibi değildi ama bir yanıyla düşünüyordum; belki onunda benim gibi bir kız çocuğu vardır, babasının bu durumunu görse o nasıl üzülürdü.
Bu karmaşık duygular içerisinde yaşadıklarımı aynı günün gecesi geç vakit kağıda dökmeye çalışmıştım.
BİR ANLATABİLSEM YAVRUM
Bir anlatabilsem yavrum….
Şu kısacık görüş anında sana
Tel örgülerin anlatamadığını
Taş duvarlar gerisinde babanın
Nasıl öfkesinden yatamadığını
Bir anlatabilsem yavrum…….
Niye öter gardiyanın düdüğü zamansız
Ellerimizdeki bu kelepçe
Bu tutsaklık neden
Niye tutamam çiçek toplayan
Minik ellerini
Niye öpemem kara gözlerinden
Bir anlatabilsem yavrum……..
Bana yatağımın başucunda gibi yakın
Hiç kavuşamayacakmışım gibi uzaksın
Yıllar büyüttü sanma sakın
Seni acılar, ayrılıklar, hasret büyüttü
Bilmem ki sen niye zamana tutsaksın
Bir anlatabilsem yavrum………..
Anlaşıldı ben anlatamayacağım
Bari sen anlayabilsen
Bilsen nasıl sevinirim
Büyüdün, anladın beni diye
Ama yok, sen yine de çocuk kal
Bu yaşta bu kadar büyümek niye
Bir anlatabilsem yavrum…………..
Nisan-1981/Köprüköyü-Adana